Zaman ve Anlatı 4 : Anlatılan (Öykülenen) Zaman

Gölge Konuşuyor:

Geceleri kaçta uyursam uyuyayım 7:15’de uyanıyorum. Saatimi 7:15’e  kuruyorum. O an uyanmam gereken saat ve zamanı farkettiğim an. Ben de kendi çapımda zamanı kurmuş oluyorum. Heidegger’in kelimeleri ile bu Dasein’in ontolojik kurulumu. Aşkınsal metafiziğin büyük üstadı Kant ise zamanın esasında belirmediğini, belirmenin bir koşulu olarak var olduğunu söyleyecektir. Soyut (aşkın) önermelerle işe başlıyoruz demek bu. Ben bunları söylerken söylediklerimin bir miktar havada kaldığını düşünüyorum. Bu normal. Benim şu ana kadar sarf ettiğim kelimelerde, cümlelerde boşlukların olması normal. Buna Ricoeur “zamanın aporetik kurulumu” diyor. Yani tüm söylediklerimiz zaman anlaşılmazlığının üzerini örtmüyor. “Apori” ya da “aporetik” kavramlarını bu anlaşılmazlığı belirtmek için ortaya atılıyor. Anlaşılmazlığı gidermek mümkün değil, sadece bazı şeyler açıklanabilir.

Zaman ve Anlatı’nın dördüncü ve son cildini bitirirken anlamadığım bir çok şey olmasına rağmen, bundan sonra ne konuşursam konuşayım, isim zikretmesem de söylediklerimde Ricoeur’un bu yapıtına referansla söylediğim bilinsin. “Anladıklarım mükemmeldi, eminim ki anlamadıklarım daha mükemmeldi”. Anladıklarım anlamadıklarımın ölçüsüdür. Goodreads’ta, orada burada kitaba tam not vermemin sebebi anladıklarım değil  anlamadıklarımdır. Beni aşan her kitap bana bir şeyler katıyordur. Öğrenmenin süreç işi olduğunu en iyi bilen kişilerdenim. Söz konusu edebiyat ya da edebiyat eleştirisi olunca benim için her şey daha görünür oluyor, anlaşılmaz olana da bir miktar ışık tutuluyor. Ama işin felsefe kısmı benim sınırlarımı zorluyordu. Ama sevdiğim üç kitabın, üç romanın, üç büyük yapıtın  onore edilmesi ve benim tekrar bu yapıtlarda olanları tazelemem ve olup bitenle ilgili düşüncelerimi tekrar gözden geçirmem motivasyonumu arttırıyordu hiç şüphesiz. Bu üç yapıt ölüm ve sonsuzluğu en iyi anlatan Büyülü Dağ, zamansallığını çeşitlemelerini en gerçekçi  biçimde veren Mrs. Dalloway ile her şeyi tek bir ana sığdıran ve tamamen bilinçten süzülenleri nakleden Kayıp Zamanın İzinde’ydi.

Şüphesiz ki ciltler arasındaki süreyi daha az tutsaydım daha kolay olacaktı benim için her şey. Neyse ki, Gölge her şeyi not ediyor öbür ciltlerin küçük birer özeti de bu notlar arasında. Esere kaynaklık eden dört filozof, Augustinus, Aristoteles, İmmanuel Kant ve Edmund Husserl okumaları için bu notlardan ve Allah razı olsun Google’dan epey bir yardım aldım. Dolayısıyla burada konuşurken hatırı sayılır bir kaynakçanın referansıyla sözlerimi bağlıyorum. Ayrıca da Ricoeur’un ekürileri olan Martin Heidegger ve Hans-Georg Gadamer de ev sahibi gibi Zaman ve Anlatı diyarında. Aristo’nun Mythos ve Peripeteia ikilisi ile Augustinus’un intentio ve distentio ikilisi belli ki aporilerden kurtulmak için yeterli olmamış başka felsefelerden yardım alma ihtiyacı duyuyor Ricoeur. Kant’ın aşkınsallığı ve Husserl’ın fenomenolojisinin bu ciltte önemli rolleri var bu bakımdan. Şüphesiz ki iki filozofun zamana bakışları arasındaki tezatlık bu cildin önemli bir parçası Kant’ın yok hükmündeki zamanı ile Husserl’ın fenomenolojik (algılanan) zamanı köşeleri tutmuşlar şüphesiz. Husserl’da zaman olduğu gibi belirirken, Kant’da belirmenin bir sonucudur. Algınanın hissedilen olması noktasında da Husserl ile Kant birbirlerine yaklaşırlar.

Bu yoruma başlarken Zaman ve Anlatı dizisinin edebiyat ve felsefenin içiçeliği konusunda pencereler açtığını söyledik, fakat dizinin tarıhyazımı ve tarihsel anlatı için de bir referans olduğunu söyleyelim. Tarihsel anlatı-kurmaca anlatı düalizmi işlenirken tarihin de kurmacanın sınırlarında dolaştığı anlar gösterilir. Hermenötik tarihsel anlatıyı yorum olarak görürken kurmaca anlatıya yaklaştırır ama temel bir farkı da ortaya koyar. Yöntemsel benzerlik bir yana tarihsel anlatıdaki bilgi ve mantık silsilesi tarihçinin özgürlüğünü kısıtlayacaği şüphesiz ama tutarlılığa kurmacadan farklı olarak kaynakça ve dipnotlar eklemeli. Kanıt gerekli çünkü…

Zaman ve Anlatı’nın bu son cildinde bu sefer Rifat’lar çevirmen koltuğunda yer almıyor. Buna rağmen kitabın Türkçesinde göze batan bir eksiklik ya da elçinin değiştiğini hissettiren pek bir şey yoktu. Bu, çevirinin editöryal başarısını göz ardı etmememizi sağlıyor.

Yorum bırakın